9 Aralık 2011 Cuma

Eski Kısa Senaryodan Bir Bölüm...

Yer toprak’ın evi… Ilgın’la toprak yatakta birbirine sarılıp oturuyorlardır… Notebook filminin son sahnesidir… Film biter…


 Ilgın: Ne düşünüyorsun?

 Toprak: Bir insan sonsuz mutluluğu yakalayınca nasıl hissediyormuş bunu düşünüyorum.

 Ilgın: Kim sonsuz mutluluğu yakalamış ki?

 Toprak: Ben.

 Ilgın: Hımmm… (gülümser)

 Toprak: Hayatta iki trajedi vardır, biri hayattaki en büyük arzunu kaybetmendir, diğeri ise onu kazanmak.

 Ilgın: Öyle mi?


 Toprak: Öyle söylemiş George Bernard Show.

 Ilgın: Güzel söylemiş de ne demek istiyorsun?

 Toprak: Çünkü trajediler olur, ne yapacaksın yani vaz mı geçeceksin? Hayır. Şimdi anlıyorum ki, kalbin kırıldığında hala ayakta olduğunu göstermek için deli gibi savaşmalısın. Çünkü hissettiğin acı yaşamın tam kendisidir.

 Ilgın: Seni anlayamıyorum, bana anlatmadığın bir şeyler mi var? Çünkü söylediklerin bizimle ilgili değil.

 Toprak: Evet, anlattıklarım yaşamın kendisi. Acıya hazırlıklı olmak lazım, seni kaybetmeye dayanamam.

 Ilgın: Hımm.. (gülümser ve sarılır) evet bütün kalbinle dilediğin bir dileği kaybetmek trajik, fakat onu kazanmak… Bu yıl aşk istedim. Uzun zamandır aşkı yaşamak isteyen bir kalbi uyandırmak için ve bu gerçekleşti. Eğer bunu gerçekleştirmek trajikse, bana trajedi verin. Çünkü dünya için onu geri vermeyeceğim

 Toprak: Hımm… Benim kızıma da bak sen

 Ilgın: Bana ait değiller, çok sevdiğim bir filmden, ama bende olsam böyle söylerdim

 Toprak: Seni seviyorum güzel kız.

 Ilgın: Bende.

 Toprak: Beni sakın bırakma (gözünden yaşlar süzülür)


Ilgın parmaklarıyla süzülen yaşı kurular. Sarılırlar.

Sahne biter…

25 Ekim 2011 Salı

Vampirler Üzerine Bir Deneme..

Bölüm 1


Adım Ateş. 23 yaşındayım ve ben bir vampirim. Hakkımda bilinmesi gereken en önemli şey de bu.
Kanla beslendiğimi söylememe gerek yoktur sanırım ya da ne kadar acımasız olduğumu.

Göz alıcı görüntümün altında yatan karanlık adamın farkına varabilmeniz için, beni çok daha yakından tanımanız gerekiyor.



Adımın Ateş olduğunu söylemiştim, bu vampir bedenime sahip olduktan sonra aldığım bir isim değil.

Annem nasıl bir geleceğim olduğunu hissetmiş, cehenneme gideceğimi önceden anlamış ve bana bu ismi vermiş olmalı.

Annem hep zeki bir kadın olmuştur zaten. Sanırım zekâmı ona, yakışıklılığımı babama borçluyum, gerçi vampir olduktan sonra daha çekici olduğumu kabul ediyorum, yinede babama haksızlık etmemem gerekir.
Ben ailenin en büyük erkek çocuğuydum.
Bana bel bağlamışlardı.

Ailenin soyunu devam ettirecek çocuklardan biriydim, bu yıllar önceydi, çünkü ben artık bir ölüyüm.

Ölüler evlenemezler ve çocuk yapamazlar.

Evet, sevişebiliyoruz, hatta vampir olmak bu işi daha keyifli hale getiriyor, fakat bunun bir çocuk sahibi olmak için yeterli olmadığını bilecek kadar tıp bilgisine sahibiz.

Bizi eğiten okullar yok, ama yinede her bilgiye ulaşabiliyoruz, bunu sadece geceleri yapıyor olsak bile.
Varlığımız gerçek, fakat bunu kimse bilmiyor, eskiden bizim sadece bir korku karakteri olduğumuza inanıyordunuz ya da üzerine kitaplar yazılan korkunç yaratıklar.
Şimdilerde bu değişmeye başladı.

Yeni haber: Vampirler artık korkunç değiller.

Sonunda beynine oksijenin doğru ulaştığı birileri çıktı ve bizim eskiden insan olduğumuzu hatırladılar ve aslında görüntümüzün o kadar da kötü olmadığına inanmaya başladınız, hatta bizim çok yakışıklı ya da güzel olduğumuzu düşünmeye başladınız.

Bu gerçekleri ortaya çıkaran kişilerin vampir dostları olmalı.

Tabi gizli görüşmeler olmak zorunda, antik vampirlerin bundan hoşlanacağını sanmıyorum.

Elbette her vampir eskiden insan değildi, antik diye bahsettiklerim kesinlikle vampir olarak doğdular, ama ben bir melezim, yani eskiden bir insandım, ama söylediğim gibi bu eskidendi ve yaşamımın 23. yılında o talihsiz hayatım son buldu ve ben artık bir lanetli bedenim.

Kulağa korkunç gelebilir, bunun farkındayım, ama bu yaşam biçimi o kadar muhteşem ki, bunun bir lanet olduğunu, sadece basit insan ırkı düşünebilir.



Biz cidden de fiziksel olarak güzel olan yaratıklarız.

Evet, kanla besleniriz, hayvan ya da insan kanı olabilir bu, genellikle insan kanının daha lezzetli olduğu söylenir, ama bu kocaman bir yalan, hayvan kanıyla insan kanı arasında lezzet olarak hiçbir fark yok.

Bu nedenle insanlarla beslenmek gibi bir takıntımız yok, bizim varlığımızın sadece bir mit olduğunu size düşündüren de bu zaten, insanlarla beslenmek gibi bir takıntımızın olmaması.

Yıllar içinde bizden haberdar olmaya başladığınız zamanlar olmadı değil.


Orta çağdaki veba salgını, kontes Elizabeth Bathory, III. Vlad namı diğer kazıklı Voyvoda vs.
Her ırkta olduğu gibi bizden de çatlaklar çıkabiliyor elbette.

Geçmişte yaşanmış bazı olayların sonucunda varlığımızı öğrenmek üzereydiniz, fakat her ne kadar meraklı da olsanız bir o kadar da gerçekleri görmeyi istememe gibi bir özelliğiniz var, evet siz insanoğlu böyle yaratılmışsınız.




Yüzyıllar boyunca varlığımızı sürdürdük, bizden haberiniz yoksa bu tamamen biz böyle istediğimiz için, tabi sizin gerçeklerden kaçmış olmanız da bir etken.

Sizden daha güçlüyüz, istersek tanrının dünyayı yarattığı süreden bile önce dünyayı ele geçirebiliriz, bunu yapmıyoruz çünkü gün ışığına karşı zayıfız, ama bu aslında sizi yönetmediğimiz anlamına gelmiyor.

Sizin yönetiminiz bizim ellerimizde.

Dünyayı yöneten gizemli insanlar var ya onlar bizleriz, ama sizin bilmediğiniz şey: biz insan değiliz.
Varlığımızdan haberiniz yok, ama bu türümüzün iyiliği için saçmalıklarından değil elbette.

Bizden haberiniz yok çünkü biz böyle istiyoruz.
Bu muhteşem yaşam biçimini (her ne kadar ölü olsak bile) ortaya çıkarmamız demek sayımızın artması anlamına gelebilir.

Antik vampirler bundan hoşnut değiller.
Her ne kadar aralarında bizim gibi melezler olsa bile, türlerine olan saygılarından bizi öldürmüyorlar.

Yine de bu durumdan memnun değiller ve asil kanlarının daha fazla bozulmasını istemiyorlar, bu nedenle gölgelerde yaşıyoruz.

Aşk…

Bu duyguyla ilgili bir şeyler duymuştum, hissettim diyemem.

İnsan bedenimdeyken hiç yaşamadım bu duyguyu, vampir olduktan sonra da tek tutkum kandı, hala da öyle.
Bir vampirin aşık olabildiğini sanmıyorum, ama bu imkansız da değil, sonuç olarak benim gibi melezlerin arasında bunu yaşayanlar olmuştu.

Saf kan vampirler mi?

Asla âşık olmazlar.



Onlar kanın tadı dışında hiçbir şeye değer vermezler, belki aynadaki görüntülerini de buna dâhil edebiliriz.

Anlatmak istediğim bencildirler.
Bu doğalarında olan bir şey, onları yargılayamazsınız.

Şimdilerde yapılan filmlerde ya da yazılan kitaplarda hep vampirin insana olan aşkı anlatılıyor ya da insanın vampire olan aşkı.


Bizi size şirin gösteriyor bu tür şeyler, sanki ihtiyacımız varmış gibi.

Bu vampirleri kızdırmaya başladı, bununla ilgili duyumlar alıyorum ve vampir hislerim bana eskilerin bu durumdan memnun olmadığını hatta çok kızgın olduklarını söylüyor.

Daha önce de söylediğim gibi, biz vampirler varlığımızın bilinmesini istemiyoruz, aynı zamanda saygınlığımızın bozulmasını da.

Türümüz sadece kendi gibi olanlarla ilişkiye girer, iletişimini sürdürür, çok nadir olan durumlar dışında elbette.




Dünya üzerindeki bütün devlet başkanlarının bizden haberdar olduğunu belirtmek isterim.

Evet, bizi biliyorlar, tıpkı uzaylıları ya da kurt adamları bildikleri gibi, fakat gizlilik yeminleri var, eğer bunun dışına çıkarlarsa kayıplara karışıyorlar, bunu biz sağlıyoruz, kanlarının tadına bakarak.

Asil ve özel bir türüz biz.

Basit bir insan değiliz.

Her vampir bunu bilir ve devamlılığını bunun üstünden yaşar ve ben 146 yıllık vampir yaşamım boyunca antik vampirleri hiç bu kadar kızgın görmemiştim.

Söylemek istediğim yakında çok yakında…

7 Şubat 2011 Pazartesi

Gece Başka... Gündüz Başka...


Gece...

Günün en sevdiğim kısmı...

Yıldızlar parlar...

Ay bütün ihtişamıyla ortaya çıkar...

Simsiyah bir hüzün gibidir gece...

Karanlık ve destansı...

Gerçekten de çok klasik ve dramatik oldu:)

Aslında benim için gece yukarıda yazanlar demek değil.
Gece uyanık olmak şahane bir duygu.

Gece olunca, karanlık çökünce, bütün seslerin kesildiği bir an gelir.

Ciddi anlamda sessizlik hakimdir.
Neredeyse düşüncelerinizi duyacak hale gelirsiniz.

Gece film izlemeyi deneyin, film çok daha eğlenceli ve anlaşılır gelecektir.

Müzik dinleyin!
Her zaman dinlediğiniz adamlar birdenbire değişime uğramış gibi görünebilirler.

Tanrım!
GLee'yi gece izlemek...

Kesinlikle GLee'yi gece izlemelisiniz.


Gece hayatta olmak!
Geceyi yaşamak!


Vampirler boşuna geceleri takılmıyorlar değil mi?

Gecenin güzelliğini keşfetmiş olmalılar. ( gün ışığına çıkamamalarından değil bence, yani çıkabilseler bile gece takılmayı tercih ederlerdi!!!! )


Peki ya kurt adamlar?

Dolunay olmasa dönüşüm bile geçiremezlerdi:)


Cadılar!!!

Bütün etkili büyülerini karanlıkta, ay ışığında filan yapıyorlar.

Konunun dışına çıktığımın( hatta biraz abarttığımın ) farkındayım.
Söylemek istediğim gecenin de en az gündüz kadar güzel ve işe yarar olduğu...


Gece gerçekten de işe yarar bir zaman!
Bende anne rahmine güzel bir gece zamanı düştüm:)
( Çoğu kişi gibi )


Gecenin gündüzle boy ölçüşemeyeceğini düşünenler, bir de gece kitap okumayı denesinler!
( Küçük Aptalın Büyük Dünyasını okurken kahkahalarımı yutmak zorunda kalmıştım, böylesi daha da keyif veriyor )


Gece yenilen yemek dışında geceyle ilgili sevmediğim tek bir şey bile yok! ( kilolara dikkat etmek lazım tabi )



Bu yazıyı yazarken geceden ilham alıyorum, ama şu anda saat sabahın 7.00'si ve ben bütün yazma yeteneğim çalınmış gibi hissediyorum.

Sanırım biraz da uykum geldi.
Vay canına!
Uykumun gelmesi şahane bir şey!

O halde burada nokta diyorum.

Geceniz uzun olsun!
( Her zaman! )

27 Ocak 2011 Perşembe

Masalların Büyüsüne İnanmak!


Küçük bir çocuk olmanın en güzel yanlarından biri masallardır.
Masalları sevmeyen kaç çocuk vardır ki?

Masallarla büyüdük, masallara o kadar çok inandık ki, gerçek olmasını diledik.

İçimizde bir yerlerde, hala iyiliğin kazanacağına olan inancımız da hep bu yüzden.

Ah! Ah! Bu masallar yok mu?

Dünyada, bir yerlerde, kırmızı başlık takmış kızı, yemeğe hazırlanan aç bir kurt her zaman vardır.
Kırmızı başlığı takınca (kırmızı başlık burada metafor) büyüdüm sanan aptallar da her zaman vardır.
Eh kurtlar da haksız sayılmazlar!
Onlar da sürüden ayrılmasınlar canım!

Bir de hayatları boyunca, bir kulede esir olarak yaşamış olan, onu oradan çıkaran ilk erkeği 'yakışıklı prens' sanan tipler vardır.
Gerçek dünyadan o kadar uzak kalmışlardır ki, ilk gördükleri ata binerler.
(ciddi anlamda o ata binerler :) )
Bindikleri at onları sonsuza kadar taşır sanan bu hayal dünyasında yaşayan kızlar için söylenecek bir şey yoktur.

Aslında asıl suç, onları o kuleye hapdesip, gerçek dünyadan uzak tutan ailelerinindir.

Tabi kötü kalpli üvey anneyi de unutmamak lazım!
Kızını hiç tanımadığı,sırf dış görünüşüne aldanıp, evlendiği bir kadının eline bırakıp, işlerine giden babalar...


Dikkat etsinler!
Kızları ayaklarına uyan, gösterişli ilk ayakkabıyı getiren adamla kaçarken, kendileri de zehirli elmadan ısırık alan kişi olabilirler!

Peki ailelerine sürekli yalan söyleyenlere ne demeli?

Bir çocuğun ailesine yalan söylemesi berbat bir şeydir.
Yine de bazen aileler yalanı hak ederler!
Cidden ama!
Çocuklarının hiçbir şey yapmasına izin vermeyen aileler bazen başlarına geleni hak ederler!
Hadi ama!
Burnu uzayan çocuk olmanın neresi güzel?
Aile arada sırada 'EVET' demeyi denese burunları düğme gibi kalabilirdi :)

Çocuklarını umursamayan ailelere ne demeli?
Onları yalnızlığa terk eden...
Evin yolunu bulmaları için ekmek kırıntılarından fazlasına ihtiyaçları var!
Eh eğer bulamazlarsa zaten gidecekleri diğer yol cadının evi! (cadının evi önemli bir metafor!!!)
Cadının evine bir kere girdiler mi (kız çocukları için konuşuyorum) oradan çıkış yok!
Hayatları bar köşelerinde, erkeklere rakı şişelerinin yanında, meze olarak geçer.


Kaç küçük beden soğukta bir kibrit tanesi satmak için ölümle tanıştı?

Küçük deniz kızının önce bacaklarını, sonra canını feda ettiği gibi sayısız kız, bir erkek uğruna, önce kalplerini, sonra başka nelerini feda etmişlerdir!


Bir tavşanın takım elbise giymesi, saat takması...

Lambayı ovunca içinden dilekleri yerine getiren cinin çıkması...

Ormanda yaşayan iyi yürekli cücelerin olması...

Bir kızın upuzun, sihirli saçlara sahip olması...

Noel babanın bir gecede bütün dünyaya hediyeler dağıtması...

Peri dokunuşuyla balkabağının gösterişli bir arabaya dönüşmesi...

Bunlarla büyüdük...
Gerçek olmayan, ama hep olmasını istediğimiz hayatlar...

Mutlu sonla biten, hep iyiliğin kazandığı hayatlar...


Masallar...

Keşke hep çocuk kalsak!
Hiç büyümesek!
Olmayan ülkede kayıp çocuklarla yaşasak!

(Hep Wendy olmak istemişimdir... Ne olmuş yani, bence şahane bir kız!)

Bu olsa olsa bir hayal olurdu :)

Masallarda yaşayan iyi kalpli kahramanları bilemem, hiç karşılaşmadım, ama kötü kalpli cadı kesinlikle var!
Hatta zehiri bir elmada taşımıyor!

Zehiri onun kalbinde!

Masalların her ne kadar 'gerçek' olmadığını düşünsek bile, onları okurken, kendimizden bir şeyler bulduğumuz ya da o masalların içinde olmayı hayal ettiğimiz kesin bir gerçek!


Son olarak,
Grimm Kardeşler, Anderson biz olmasak aç kalırdı!!!
:):):):)

22 Ocak 2011 Cumartesi

Mahşerin DÖRT Atlısı...


Dünyanın sonu yaklaşırken, ortaya çıkacak bazı işaretler olacak.

Birçok alamet var, ama en önemlilerinden biri:
'Mahşerin Dört Atlısı...'

Savaş...

Kırmızı atıyla görünecek ufukta...
Elinde kılıcı...

Kırmızı dökülen kanları temsil eder.
İnsanları birbirine düşman gibi gösterecek.
Kim dost kim düşman asla anlayamayacasınız.
Kardeş kardeşe saldıracak.
Güven duygusu ortadan kalkacak.


Açlık...

Siyah atını sürüye sürüye gelecek...
Elinde terazisiyle...

İnsanların ölüme yakınlığını temsil eder.
Açlık, sefalet, doyumsuzluk...
İnsanların kalbinin derinliklerinde kalan açgözlülüğünü ortaya çıkaracak.
Hep daha fazla isteyen insanoğlunun, sınırlarını tamamen ortadan kaldıracak.


Hastalık...

Soluk yeşil atıyla dörtnala koşacak...
Ölümü getirecek...

Salgın hastalıklar,büyük felaketler...
Domuz gribi, kuş gribi...
İnsanlar korkunç bir can güvensizliği içinde kalacak.
Hastalık herkesi kırıp geçirecek.


Ölüm...

Beyaz atıyla görünecek...
Elinde yayı, kafasında tacı...

Kutsal bir ölüm olarak gelecek.
Ölüleri diriltecek.
Büyük felaketlere yol açacak.
Kasırgalar, depremler...
En büyük gücü elinde taşıyan beyaz atlı sonun başlangıcı olacak.



Dört Atlı...
Bize hastalığı, açlığı, savaşı ve ölümü getirecek.

Etrafınıza daha dikkatli bakın!
Mahşerin atlılarının getireceği yıkımlar görülmeye başlamadı mı?

İnanılmaz boyutta olmasa da şu anda bizi taşıyan dünya, atlıların etkisi altına girmiş görünüyor.

Küresel ısınma...
Ozon tabakası...

Yaşanılan depremlerin artması, salgın hastalıkların yaygınlaşması ve çeşitlerinin artması...
İnsanların birbirine olan sadakatsizliklerinin sınırsızlığı,güvensizliğin artması...

Atlılar çoktan gelmişler, ama biz farkında değilmişiz gibi...

Dünyanın sonu eninde sonunda gelecek.
Belkide çoğumuz cehennem ateşini tadacağız.
Yapabileceğimiz hiçbir şey yok!
Sadece dünyayı daha kötü hale getirmeye devam edeceğiz.
Dünya daha kötü daha kötü daha da kötüye gittiğinde, artık son gelmiş olacak.

Dünyanın sonunun gelmesi için Lucifer'in uyanması, atlıların gelmesi, ölülerin dirilmesi, Deccalin ortaya çıkması gerekmiyor.

Dünyanın sonunun gelmesini, Tanrının en sevdiği yaratıkları başarıyla gerçekleştiriyor.
İnsanlık büyük bir hızla sona doğru ilerliyor.
Sonlarını kendileri hazırlıyor.

Cenneti bilemem, ama cehennemin çok yakınlarda olduğunu söyleyebilirim.

Cehennem insanların ayakları altında...
Şeytanın değil insanlığın...

20 Ocak 2011 Perşembe

Paramparça Aşklar...



'Değişimle karşılaşınca değişen aşk; aşk değildir.
Sonsuza kadar yıkılmayacak bir kaledir aşk.
Fırtınalara göğüs geren, asla yıkılmayan...
Aşk zamanın kısacık saatleri ve haftalarıyla değişmez.
Tam tersine dayanır ve sürer...'
diye söylemiş William Shakespeare...


Birine kalbini açmak nasıldır bilir misiniz?

Bence bir insanın yapabileceği en zor şeydir. (en azından benim gibi biri için öyle)

Birini sevmeye başladığında her şey değişmeye başlar.
Karşılıklı bir değişimdir bu.

Başlarda her şey iyi olacakmış gibi gelir, ama zamanla fikirler ortaya çıkmaya başlar.

Farklı fikirler...

Ve hemen arkasından tartışmalar, kavgalar...

Ve ayrılık...


Birini hayatına dahil ettiğinde, hep senin için orada olacakmış gibi gelir.
Asla bir yere gitmeyecekmiş gibi...

Aşkın, sevginin ışıltısı sürerken gerçekleri göremeyiz.
Belki de görmek istemeyiz.

Bir zamanlar birini sevmiştim.
Sevmiştim, ama sevdiğimi anlamam bile çok uzun zaman almıştı.

Onunlayken her şey kusursuzdu.
Aslında binlerce kusur vardı, ama hayatımda olması o kusurları görünmez kılıyordu.
Çok kavga ederdik, herkes gibi...

Şahane biriydi.
O alttan alırdı, ben tepesine çıkardım.
Şımarırdım...

Bana olan sevgisinden o kadar emindim ki, beni bırakıp gitmezdi, gidemezdi.

Daha önce beni kimse onun gibi sevmemişti.
Kendimi hiç böyle değerli hissetmemiştim.

Tanrım! Sanki dünya üzerindeki en özel insandım.


Onu çok seviyordum, ama belli etmeye korkuyordum.
Çünkü onu sevdiğimi, onu çok sevdiğimi öğrenirse beni eskisi gibi sevmez diye düşünüyordum.

Aslında benim için dünyadaki en değerli insanlardan biriydi, ama bunu ona asla belli etmezdim.

Bir keresinde ona, 'seni aldatsam bana geri döner miydin?' gibi saçma sapan bir soru sormuştum. (bunu asla yapmazdım tamam mı!)

Oda:' Herhalde sensizliğe dayanamazdım.' demişti.

Biliyorum, bu kulağa çok inandırıcı gelmiyor, ama ben doğru olduğunu biliyordum.
İçimde bir şey, yalan söylemediğini biliyordu.

Bir keresinde de birlikte 'Notebook' filmini izlemiştik.
Film bitince bana döndü.
Gözlerinde endişe ve üzüntü gördüm.

'Beni asla bırakma olur mu? ' dedi.

Bende:'Bırakmam.' dedim ve birbirimize sarıldık.

Sonra aylar geçti...

Beni öylece bıraktı...

Nedenlerini paylaşmayacağım.
Hatalıydım, ama oda melek sayılmazdı.

Öylece gitti hayatımdan.


Onsuz olmak...

Bunu tarif edebilir miyim hiç bilmiyorum.
Kalbimin bir parçası gitmişti.
Hayat artık berbat bir yerdi benim için.

İnsanlar ayrılırlar değil mi?
Bu çok normal.
Evet, farkındayım.
İnsanlar ayrılırlar,başkalarıyla olurlar, bla bla bla...

Ben asla düzelemedim.
Yerine başka insanlar, başka duygular koymaya çalıştım.
Olmadı...
Kalbimde hep bir boşluk vardı, asla doldurulamayan...

O hayatımdan gidince, bende bir daha 'ben' olamadım.

Herkes,her şey boş geliyordu.
Kimse yeri doldurulamaz değildi.
Kimse umrumda değildi.

Her şey daha da kötü gitmeye başladı.
Ondan sonra başka kayıplar da verdim.
O kayıplar da acıttı canımı, ama kalbimdeki boşluk o kadar derindi ki, başka hiçbir şeyin acısı o kadar yakamazdı canımı.

O benim için doğru erkekti.
Bunu bütün kalbimle hissediyordum.

O kalbimi aynı anda hem kırabilen hemde tamir edebilen tek erkekti...

Ailemdeki herkes sevdikleriyle evlendi ya da evlenmek üzere...

Ben bu ailenin lanetli, günahları taşıyan bedeniyim.
Asla bir bütün olamayacağım.
Hayatıma giren kimse diğer yarım olamayacak.
Çünkü benim artık aşkı arayan bir kalbim yok.


O gitti...
Sevdiğim adam gitti...

Benim aksime giderken kalbini de yanında götürdü.

Hayatta bazı anlar vardır, bazı şanslar vardır.
Bunlar insanın karşısına her zaman çıkmaz.
Çıktığında da ona sıkı sıkı sarılacaksın, asla bırakmayacaksın!

İnsanlar hep kaybedince anlıyor, keşke ben o insanlardan olmasaydım.

Seni özlüyorum, hep özleyeceğim.

Belki...

Ama belki diye bir şey yok artık.

Hoşça kal...

(Çok Sevilen Sevgilinin Anısına...)

18 Ocak 2011 Salı

Var Olmaması Gereken... Yine de Buradasın... (Yazıyla konuşuyorum tamam mı!!!)


Hayatta kalabilmek için bazı şeylere ihtiyaç duyarız...

Mesela: Yemek yemek, su içmek, uyumak...

Sonra...
Kitap okumak, çikolata yemek, One Tree Hill'ı izlemek...
( 8 yıldır hayatımdalar, ne yani onları görmek artık temel bir ihtiyaç sayılmıyorsa, bende hiçbir şey bilmiyorumdur! )

Her neyse, bir insanın hayatta kalabilmek için bazı şeylere ihtiyacı vardır!
Bunlar sadece temel ihtiyaçlarla bitmiyor elbette...

Aile...

Herkesin sahip olması gereken en önemli şey: Aile...
Aile her şeydir.
Onlara sahip olmak, insana kendini güvende hissettirir.
Yoklukları kendini yarım hissettirir.
Büyük depresyonu yaşamaya başlarsınız.


Arkadaşlar...

Arkadaş dediğin seninle aynı kandan olmayan, ama yine de varlıkları aile sıcaklığı gibi mutluluk veren kişidir.
Arkadaş önemlidir.
Arkadaşlar hayatını güzelleştirir.

Bir de arkadaş sandıkların vardır.
Şeytan gibidirler.
Şeytanın ele geçirdiği bedenlerden farksızdırlar...

Şeytanın hayatına dahil olması için izne ihtiyacı vardır.
En başta size iyi görünürler, hayatınıza renk katarlar.
Siz onlara güvenirken, onlar kuyunuzu kazmaya başlamışlardır.
Asla anlamazsınız!

Anladığınız zaman çok geçtir.
Çoktan en büyük sırlarınızı paylaşmışsınızdır.
En kötü kısmı kalbinizi açmışsınızdır.



Bir anda her şey değişir.

İnandığınız, bildiğiniz dünya değişmiştir.

Güvenmek...

Bunun nasıl bir şey olduğunu unutmuşsunuzdur.

Kalbinizde açılan yara mı daha fazla acı verir, yoksa hayatınızdan çıkmaları mı?
İkisi de değil...

En çok acı veren, kimsenin gerçekleri bilmemesidir.

Sessizlik...

Bazen susmak en iyi cevaptır derler ya! Koca bir yalan!
Sustukça canın daha da fazla yanar.

OFFF!!
Daha fazla devam edemeyeceğim sanırım.
Bu oldukça sinir bozucu.
Bu yazının çok farklı bir yere gitmesi gerekiyordu.
Sanırım burada durmalıyım.

Belki son olarak affetmekten bahsetmeliyim.
Onu da çok uzatmayacağım.
İnsan en çok sevdiğini, en çok değer verdiğini, en zor affediyor.
Belki de hiç affetmiyor!
Size güvenmek yaptığım en büyük hataydı.(Tamam sus Işılay!!!)


Ne diyebilirim ki?

Güven bir yalandır.
Asla kimseye güvenmeyin!

(Yazdığım bunca yazı arasında en az seni sevdim)

14 Ocak 2011 Cuma

Tanrının Eseri Dünyasız İnsanlar!


Bu dünya üzerinde bizimle birlikte yaşayan, ama bizden olmayan insanlar var.
Onlara insan demek ne kadar doğru bilemiyorum.
Bu dünyadan değiller, ama aramızdalar!
Büyük şeref!

Onlar kimler mi?

Cem Adrian...

Cidden ama! İnsan dediğinin öyle sesi olur mu canım? (!)

Kadifemsi, duru, sakinleştirici...
Kesinlikle uyuşturucu gibi...
Cennete gidip geri geliyosun.

Cenneti kıyametten önce görmek isteyenlere tavsiyem, Cem Adrian dinleyin!
Cenneti görmeyi hayal edenler kesinlikle dinlesinler!
Bir daha cenneti görme şansları olmayabilir çünkü :)

Tamam tamam! Abarttım biraz! Ama söz konusu Cem Adrian olunca abartı cümleler kurmak gülünç gelmiyor.
Adamın hakkıdır gibi geliyor!

Sadece Cem Adrian değil tabiki!


Shakespeare...

O cümleleri kurmak, o soneleri yazmak...
Aşkı saf haliyle anlatabilmek...
Bu dünyadan biri aşkı böyle saf anlatamaz!

Yani aşk saf bir şey değil!
Neyse konumuz insan olmayan insanlar, bu konulara girmemeliyim.

Nietzsche!

Nietzsche kesinlikle bu dünyadan değil!
Hakkında yorum yapmaya gerek yok yani :)
(Nietzsche Ağladığında'yı bir ara okumalısınız!)

Chuck Bass!

Ekoseli takımları, çıkarmadığı papyonu ve akıcı, dinlemeye doyamadığımız aksanıyla, akıllara zarar kişiliğiyle vücut bulmuş bir kişiliktir.
Adamın hızlı aramasında kayıtlı olan, bir dedektifin numarası var!

Nazım Hikmet...

Bu dünyaya ait olmayı isteyip, bir türlü hak ettiği gibi yaşayamamıştır.
Bu dünyaya ait olmaya en uzak adamdır kendisi.
Böyle pis bir dünyada güzel insanların yaşaması bir mucize!




Mustafa Kemal Atatürk...

Bu dünyaya bir görev için gönderilmiş insanlar arasında en kusurlu kusursuz adamdır o!
Hakkında çokta yorum yapmaya gerek olmayan bu insan için yazının bu paragrafımı burada bitiriyorum. Çünkü benim kelimelerim onu anlatmak için yetersiz kalır. O kadar başarılı bir yazar değilim :)


Dean-Sam Winchester Kardeşler!

Burada olmaya hakları var!
(Son zamanlarda onları sürekli izlememle alakası yok!)
Bir kere kötü adamların peşindeler!
Bizi iblislerden filan korumaya çalışıyorlar!
Kıyameti durdurmaya çalışıyorlar!
Bence bunların bir değeri olmalı :)

Franz Kafka...

Adamın kesinlikle bir tarzı var!
Ayrıca bir insanı böceğe dönüştürecek gücü!


Gandalf!

Ak büyücünün adını yazmazsam bu yazı tam sayılmazdı.
Adam atların efendisiyle yolculuk yapıyor :)


Leonardo Da Vinci...

EH kendinin farkında olan tek insan sanırım!
Bu dünyaya ait olmadığını bilen tek adam!
Baksanıza yaptığı her resme bir şifre yerleştirmiş.
''Hadi bilin bakalım ben kimim?'' der gibi.



Holden Caulfield...

O da zaten ''Nerden düştüm bu dünyaya?'' diye düşünen bir tip olmuştur hep!
Asla olduğu yerden mutlu olmamıştır, ama çocuğa saygı duymak lazım.
Daha 16 yaşında olmasına rağmen fenomen oluşturdu.
Burada durmak lazım!
Sallinger'ın adını da şöyle bir yazmadan geçemeyeceğim.


Harry Potter!

Sağ kalan çocuk!(Valla o kadar yıl okudum, adını yazmasam çok ayıp olurdu)
Ama burada olmayı hak eden biri varsa oda Rowling'tir.
Kadın yeni bir dünya yarattı!


John Nash...

Şizofren dahi!
O zaten bizim dünyamızda kendine ayrı bir dünya yaratmıştı.
Belli ki bizim dünyamızdan olmadığını hissetmiş :)
EH adam profesör!


Albert Einstein...

Kuantum, izafiyet teorileri...
Bilinen şeyler işte!( Çok sıradan bir şeymiş gibi )
Sevgiler Albert :)


Bu dünyaya ait olmayan o kadar çok insan var ki!
Sanki bu yoz insanoğlunu bir parça olsun düzeltebilmek için gönderilmişler!
(Tamam arada var olmayan karakterlerde yazdım, ama bu yazı bana ait ve ben onları seviyorum tamam mı!)

Tanrının yarattığı insanlar...
Tek bencil tür olan bu yaratıkları dünyaya gönderip başıboş bırakmak çokta akıllıca olmazdı zaten!


Tanrı insanları dünyaya gönderdi, ama araya melekleri sıkıştırmayı da unutmadı :)

( Neden yazdıklarımın hepsi erkek diye merak edenlere: Ben bir kızım! )

Son olarak:
Johnny Depp!
Aman Tanrım! :)

13 Ocak 2011 Perşembe

Mutluluk: Bir Varmış! Bir Yokmuş!


''Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektir.'' diye söylemiş Edward Newton...

Mutlu olmak için çok büyük şeylere ihtiyacımız yok.
Herkesi mutlu eden basit, minik şeyler mutlaka vardır.
Yine de insanlar asla mutlu olamazlar!
İnsanoğlu hep daha fazlasını daha fazlasını ister.
Daha fazlasına sahip olduğu andan sonra da, daha da fazlasını ister.
Bu hep böyle akıp gidecek olan bir rutindir.

Mutluluk daima yakınımızdadır, yakalamak için çoğu zaman elimizi uzatmamız yeter.

Mutluluğu hep ulaşamadıklarımızda ararız.
Önümüze baksak mutluluk aslında hemen orada, dibimizdedir.


Bazen bir filmin içinde, bazen bir müziğin notalarında, bazen sıcak bir bardak kahvede, bazen ılık güzel bir duşta, bazen huzurlu bir uykuda...

Mutlu olmak için o kadar çok neden var ki şu hayatta!
Görmek ya da görememekle alakalı... Belki görmek istememekle alakalı...

''Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. O da mutlu olmak için burada olduğumuzu sandığımızdır.'' diye söylemiş Arthur Schopenhauer.

Mutlu olmak!
Neden tek derdimiz bu?
Yaşasak ve ölsek, sonra da beklediğimiz cennete gitsek!
Yeterli değil mi?

Hayatta amaç mutlu olmak mı?
Attığımız her adımı mutlu olmak için atıyoruz...
Bunu yaparken de hayat gidiyor.
Peki sonuç?
Mutlu mu oluyoruz?

Tatmin olmayan insan türü mutlu oldukça daha da fazlasını isteyerek elindekiyle asla yetinmez!
Hep daha da fazla daha da fazla ister.
Sonrasında daha da fazla daha daha fazla ister!
Bu hep böyle akıp gidecek bir rutindir.

Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.


Mutlu bir hayat neden olanaksızdır?
Çünkü ne kadar mutlu bir yaşamı olsa da insanlar asla mutlu olduklarını düşünmezler.
İstekleri asla azalmaz!
Bu da mutsuz bir hayat demektir!

Mutsuzluk, depresiflik, acı çekmek...
Bunlar doğuştan içimizde olan duygular...

Daha doğduğumuz ilk saniyede ağlayarak başlarız hayata.
İstediklerimizi elde edebilmek için, daha küçük bir çocukken ağlamaya başlarız.
İnsanoğlunun ilk silahıdır bu: Ağlamak!


Mutluluğa giden yol hep savaştan, şiddetten, kızgınlıktan geçmek zorunda!
Öyle olmak zorunda olmasa bile uygulama bu.
Ya uyarsın ya da uymazsın, bu sana kalmış, ama sonucuna katlanırsın.

Belki nasıl daha fazla mutlu olurum demek yerine, daha az nasıl mutsuz olurum demek ve bunun için çabalamak gerekiyordur.

Belki de bütün bu mutluluk, acı, hastalık, iyilik, kötülük, fedakarlık, aşk, gurur, korku...
Bütün bunlar Tanrının bir oyunudur.
Ve aslında hepsi bir yanılsamadır.
Biz de bu oyundaki piyonlarızdır.


Bütün oyunları Shakespeare yazmıyor nasılsa :)
Yani kim bilir?
Tanrının işi hiç belli olmaz değil mi?

Sonuç olarak yanılsama ya da gerçek!
Yaşadığımız, içinde bulunduğumuz durum bu.
Ve içinde olmaya da devam edeceğiz.
Yazan Shakespeare olmasa da :)

Mutlu olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele bu!

11 Ocak 2011 Salı

Duygular Maskelerini Çıkartırken...


Bir maskeli balo...

Duyguların buluşması...

Gece saat 00.00 dır.

Duygular maskelerini çıkarmaya başlar.

İlk önce parlak sarı görünür maskenin ardından...
Samimiyettir bu.
Herkesten önce davranıp, maskesini indirmiştir.


Arkadan bir yerden koyu, sisli bir yeşil görünür, maskesi inmiştir.
Açgözlülük kendini ifşa etmiştir.

Koyu ve puslu bir gri belirir. Maskesini sert bir şekilde çıkarıp, yere fırlatır.
Nefret kendini ortaya çıkarmıştır.

Sessizlik artar...

Sevgi ılık, açık pembesiyle nefretin yanına gelir.
Maskesi elindedir...

Bütün o sessizliği bozan bir ayak sesi duyulur.
Topuklarının üstünde salına salına gelir şevhet...
Kırmızı maskesini ince bir hareketle çeker yüzünden.

Bütün gözler şevhetin üstündedir.


Cesaret girer kapıdan, geç kalınmış balo salonunda maskesiz tek duygudur.
Canlı turuncusuyla şevhetin ilgisinin azalmasını sağlar.

Bir parlaklık sarar salonu.
Meleğin edasıyla ışıldayan, saf bir beyaz...
Masumiyet yavaş adımlarla gelir.

Dışarıdan bir şimşek çakması sesi duyulur ve karanlık bütün beyazı yok eder.
Ölüm zifiri karanlıkla bütün duyguların ortasına yerleşir.
Siyah, bakınca gözü acıtan maskesini yavaşça indirir.

Etrafta kısa bir sessizlik hakimdir.


Ölümün maskesini çıkarmasıyla bütün maskeler düşmeye başlar.
Tek tek, huzursuzca düşer maskeler...

Ölümün önünde düşmeyen iki maske kalmıştır.

Sonsuzluk gibi görünen mavi maskesiyle ölümün karşısına dikilir.
Maskesini çıkarmaz!

Ölüm hemen tanır onu, diğer her bir duygu önünde diz çöker.
Umuttur bu...

Işıldayan mavi maskesini çıkarmadan öylece bekler.
Maskesini çıkarmayan diğer duygu kıpırdamaz.
Öylece bekler.


Umut ona bakar ve kendi maskesine uzanır.
Bütün duygular heyecanlanmıştır.
Maskesini çıkarmayan ve yerinden kıpırdamayan duyguya odaklanmışlardır.
Umut maskesini öylece bırakır.

Mor maskeli duygu istifini bozmadan diğer duyguları izlemeye devam eder.

Umut insanlık uğruna kendini feda etmeye hazırlanırken, diğer duygular mor maskeliye saldırırlar.

Maskesini çıkarmaya zorlarlar.
Mor maske yere düşer ve kibir yüzünü göstermiştir.

Duygular maskelerini çıkartıp, gerçek yüzlerini göstermişlerdir.

Umudun gerçek yüzü hala saklıdır.
İnsanlar umudu maskesiz görmeye hazır değildir.

Umut her zaman iki yüzlü kalmaya mahkumdur.

Ölümün Bilinmezliği...

''ÖLÜMÜN SON İYİLİĞİ, ÖLÜMÜN BİR DAHA OLMAMASIDIR.'' der sevgili Nietzsche...


Ölmek...
Bütün yaşayan organizmaların, eninde sonunda tanışacağı en büyük korkularından biri.

Peki herkes neden korkar ölmekten?

Cennet-Cehennem korkusu mu?

Aslında diplerde yatan korkunun aslı, nereye gideceğini bilmemenin getirdiği bir korkudur.

Cennete ya da cehenneme gideceksiniz!

Herkes böyle düşünür, böyle söyler, ama aslında o söylenilen yerleri gidip, gezip, görüp, geri gelmiş birileri olmadığından, hiçbir insan da emin değildir gerçekliğinden.

Bazı körü körüne inananlar da cennet- cehennemin varlığını sorgulama aşamasını geçmiş, 'acaba ben nereye gideceğim?' sorusunda takılmıştır.


Anlatılan Cennet: Baldan ırmaklar, sütten nehirler, çikolatadan şelaleler ve erkekler için tek gerçek olan hurilerden ve başka başka güzelliklerden oluşan yerdir.

Anlatılan Cehennem: Ateşin ve buzun olduğu, ama ateşin yakıcılığının korkunç olduğu, buzun donduruculuğunun da tahmin edilemez olduğu, kapısında zebanilerin nöbet tuttuğu, kimsenin gitmeyi istemeyeceği yerdir.

Anlatılan cennete neden gitmek isteriz?

Yani olay çikolata şelalesinde yüzmekse, bu dünyada da sağlanılabilir. İmkansız değil.
Baldan bir ırmağa neden girmek isterler hiç anlamam, yani yapış yapış bir şey, bence içinde olmak hiçte hoş değil.
Sütten ırmaksa, hadi ama!
Bülent Ersoy cennete gitmeden bunu her duş alışında tekrarlıyor zaten :)
Huriler için yorum yapamayacağım, şahsen benim beğendiğim bütün tipler cehennemde olacak, büyük ihtimalle :)

Anlatılan cehenneme neden gitmek istemeyiz?
Hadi ama!
Kim donmak ya da yanmayı ister ki?
Bu dünya üzerinde bile bunu yaşamak çok acı verirken, TAHMİN edilemez durumundaki ateşi ya da soğuğu kim ister ki?


İşin ilginç kısmı, herkes cennet için didinirken, büyük ihtimalle çoğunluk hiç uğraşmadan, çaba harcamadan cehennemin sıcak yüzünü görecek, zebanilerle tanışacak.

Eğer Cennet- Cehennem varsa, ki ben olmasını çok isterim, bence herkes kendisini en kötüsüne hazırlamalı.
Zebaniler belki o kadar da kötü değildir :)
Hatta onları sevmeyi bile öğrenebiliriz :)

Belki Joe Black gibi bir tip denk gelir :)
Hiç bilemezsiniz!

Cennette herkes yaşar, bu kolay olan.
Cehennemde olmak nasıldır acaba?
Asıl zor olan bu.


Cennete ve cehenneme gidip gelmiş iki kişi olsa.
İlk kime soru sorardınız?

Bence 100 sorudan 80 i cehennemden gelene sorulurdu.

Çünkü insanlar cenneti değil cehennemi daha çok merak ederler.

Cennetten çıkan biriyle mi, yoksa cehennemden gelen biriyle mi karşılaşmak isterdik?

Her zaman korkularımızı daha çok merak ederiz.

Bu tıpkı korku filmlerinden korkan insanların yaptıkları gibidir.
En çok onlar korkar, ama o filmleri de en çok onlar izlerler.

Ölüm insanı hayatta bir kez bulur ve bunu yaparken bile son bir iyilikle gelir.

''ÖLÜMÜN SON İYİLİĞİ, ÖLÜMÜN BİR DAHA OLMAMASIDIR.''

Asıl korku ölüm değildir aslında, asıl korku bilinmezliktir...

Bir bardak sıcak kahve ve Bir kardan adam yapma öyküsü


Hayatın bazı zevkleri vardır.
Kişiden kişiye değişirler.

Kimisi sinemayı sever, kimisi müzik, kimisi kitap, kimisi video oyununu...
Bazıları hepsini birden :)

Ama şu dünyada bir keyif var ki sevmeyen yoktur sanırım.

Dışarısı buz gibi, hatta lapa lapa kar var...
A kişisi ( bu hepimiz olabiliriz ) bir elinde dünyanın en keyfili kitabı, diğer elinde sıcak, lezzetli kahvesi...

Ahh ahh...
Ne de büyük keyiftir.

Büyük ihtimalle çok farklı bir şey bekliyordunuz değil mi?
Aman! Ne yapabilirim?
Ben böyle yaşamayı seviyorum yani...

Yine de bir elimde sıcak kahve ve diğer elimi tutan bi Dean Winchester'a da hayır demezdim doğrusu :)


Küçük bir kızken, kar yağsa diye 'kar dualarına' çıkan diğer çocuklar gibiydim.
Kar yağınca da tıpkı diğerleri gibi sokağa fırlardım.

Hep birlikte, rutinimiz olan, yıllık kardan adamımızı yapmaya başlardık.
Herkes evden bir şeyler getirirdi.
Zeytin, havuç, atkı, bere...
2 saat filan sürerdi o koca adamı yapmak.

Soğuk artık hissedilmez olurdu ve başlardık kar topu savaşına.

Küçüklüğümden beri en sevmediğim oyundur.

Tanrım! Nasılda nefret ederdim, hala ediyorum.

Her nasıl oluyorsa yapılan kar toplarının en sertleri bana gelirdi ya da içinde görünmezliği sağlanan taşlı olanlar...
Şimdi içinizden ''oynamasaydın sende'' diyen insanlar çıkacaktır.
Ah! Maalesef öyle bir şansım yoktu.
Eğer ortada bir kar topu savaşı varsa kendinizi içinde bulurdunuz.
Tıpkı Amerika'nın Irak'a girmesi gibi...
İstemeseniz de savaşın içinde olmak zorundasınızdır.

Kar topu savaşından nefret ederim.
Çok korkunç!
Böyle tehlikeli şeyleri kim buluyor Allah aşkına!

Saat ilerledikçe bu lanet olası kar topu savaşı da son bulurdu, bende rahat bir nefes alırdım.

En son kısma geçerdik...

Kızakla kaymak!


Vay canına! Sanırım en zevklisi buydu, ama bir keresinde berbat bir düşüşle yüzümün yarısının rengini mor yaptığımdan, bir daha karda kaymaya cesaret edemedim.
Böylelikle kayakçılık hayatım da bitmiş oldu.

Kayma işlemi devam ederken aileler balkona çıkıp bağırmaya başlarlardı.
'Anne lütfen 5 dakika daha!' diyen sesler, ama annenin o 5 dakikayı veremeyeceğini anlatan, sesinin tonunun sertleşmesiyle, boynunu önüne eğip evine giden çocuklar...

Ben hiç onlardan olmadım, biraz asi bir tiptim:)

Kim çağırırsa çağırsın, eğer gitmek istemiyorsam gitmezdim.
Evin küçük reisi :)

Her neyse, böyle eski karlı günlerden bahsetmek istedim.
O günler çok geride kaldı.
Nasıl güzel, nasıl masum yıllardı. ( ben pek masum sayılmazdım )

Küçükken hep büyümek isteriz, büyüyünce de ne diye büyüdüm ben şimdi diye üzülürüz.
İnsanoğlu asla ne istediğini bilmez.
Tatminsiz, istekleri asla azalmayan ( bitmeyen diyemiyorum )

Her neyse, keşke kar yağsa da kardan adam yapsak...
Sonra hemen eve dönerim ama! Kar topu savaşı kısmına kalmak istemiyorum :)

9 Ocak 2011 Pazar

Kelebek Etkisi...

''Önemli olan, kötülüğün var olması değil, onun iyilikten ayırt edilmemeye başlanmasıdır'' diyor , Camus...

Ortada ne var?

Yaşadıklarımız...



Yaşanan bir olaya, bir olguya iyi ya da kötü demek kimin kontrolünde?
Yani bu konu hakkında yorum yapabilecek bir otorite var mı?

Bence yok.
En azından biz insanlar arasında yok.

Neyin iyi neyin kötü olduğuna kim karar verebilir ki?

Bu tıpkı özgürlük gibi...

Herkes özgür olmak ister, fakat başkalarına zarar vermeye başladığın anda özgürlükler de bitmek zorundadır.



İyi ve Kötü yapılanlara göre şekillenir.
Verdiğin zarara göre.

Hayatta vereceğimiz her karar, attığımız her adım bize ya da bir başkasına iyilik gibi görünürken, bir yerlerde başka birine zarar verebilir.

Yani istediğiniz kadar iyi bir şey yaptığınızı sanın, yine de bir yerlerde bunun etki edeceği, iyi ya da kötü etki edeceği birileri mutlaka nefes alıyor olacaktır.

Kelebek Etkisi...
Filmi izlemeyen kaldı mı?
Ashton Kutcher şahaneydi değil mi kızlar? :)
Her neyse...


Bana sorarsanız iyilik fazla abartılıyor.
Hadi ama!
Sürekli iyi bir insan olmaya çalışmak filan! Bunlar hastalıklı düşünceler!
Ve biliyor musunuz?
Bu dünya üzerinde iyi olmaya çalışan, bunu kafasına takan çokta fazla insan yok.

Kimse kendinden başka kimseyi düşünmüyor.
Atılan adımlar filan hepsi, her şey kişinin kendi çıkarları için...

Büyük şirketler kuran adamlar...
Başka insanlar çalışma sahası bulsun diye mi kuruyorlar o şirketleri?

Ozon tabakası delinmesin diye didinenler... Tek amaçları dünyayı kurtarmak mı cidden?

Hayvan hakları için soyunanlar...
Gerçekten tek istedikleri o küçük, sevimli hayvanları kurtarmak mı?
Hatta içlerinde sevimsiz, tehlikeli olanlar bile var, onları da koruyorlar.
Bu güzel bir şey!
Hey, tamam! Bununla ilgili bir sorunum yok :)


Sadece anlatmak istediğim, dünyadaki herkes her şeyi kendi çıkarları uğruna yapıyor.

Sevdiğiniz birini hayatınızda niye istersiniz?

- Onu mutlu etmek için!!!

Hadi ya!

Gerçekten buna inanan aptallar kaldı mı?

Bir erkek ya da bir kadın, hayatlarına soktukları her kimse, onu sadece kendilerini mutlu etmek için isterler.
Diğer her şeyi neden istedikleri gibi...

İnsanların sorunu ne biliyor musunuz?
Kendilerini kabullenemiyorlar.
Kimse içinde yaşayan kötülüğü kabul etmek istemiyor.
Bu insanları korkutuyor.
Pandora'nın kutusu açılır ve içindeki bütün kötülükler dünyaya yayılır.
Bir tek 'UMUT' kalır kutunun içinde, oda çıkamadan kutuyu kapatırlar.
İnsanlar umudun nası büyük bir kötülük olduğunun bile farkında değiller.

Daha önce de bahsetmiştim.
Nietzsche der ki: 'Umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.'
Kimse umudun aslında bir kötülük olduğunun farkında değil ve her gün umut ederek yaşanıyor.


İyilikte tıpkı kötülük gibi...
Aralarında bir denge var, fakat ortak bir amaca hizmet ediyorlar.

Bir kelebeğin kanat çırpışı, uzak diyarlarda bir fırtınaya sebep olabilir.

Başlangıçlara İnanmak...


Yarın büyük gün!
Benim için 1 Ocak yarın aslında...

Yarın milat!

Çok merak ettiniz değil mi?

Yarın kimine göre sadece 10 Ocak, kiminin doğum günü, kiminin evlilik yıl dönümü, kimine göre de birini kaybettiği gün!

Benim için çok özel bir gün!
Uzun zaman sonra, gerçekten rahat nefes almaya başlayacağım bir gün.

Yarın cehennemin kapıları açılacak!
İçinden bütün kokuşmuş iblisler dışarı çıkacak!
Bazıları aylak aylak gezinecek, bazıları insanların bedenlerini ele geçirecek.
Yarın kötülük serbest kalacak!

Cehennem ateşi yarın başkalarını yakmaya başlayacak...

İntikam günü yaklaşmakta!

Vay canına! Yarın neler olmaya başlayacakmış değil mi?
Tanrım! Çok korkunç!

Tıpkı 2012 söylentileri gibi:)

Eğer istersek her günü 2012 gibi yaşayabiliriz.
Bu tamamen hayal gücünüzün sınırlarına bağlı.

Bakın bana! Yarını kıyamet başlangıcı yaptım!

Bu bana kalmış, eğer yarını kıyamet başlangıcı olarak görmek istiyorsam görürüm.


Her şey inançla alakalı.

İnanmaktan asla vazgeçmeyin!

Tanrının sizi unuttuğunu en çok düşündüğünüz anda birden her şey değişiverir, bir bakarsınız ki Tanrı sizi hatırlamaya karar vermiştir ve diğer gün sizin için her şeyin başlangıcı olacaktır!

İnanmaktan asla vazgeçmeyin!

Bırakın da sizin cennetiniz başkasının cehennemi olsun!